BÜFOK Bülten- 30 Aralık
Biyografi: Harry Gruyaert, Ekrandan Objektife: Aftersun, Gülmez Biraderler, "İlk Kamerama Mektubum", Seyir Köşesi: Closer (2004) ve çok daha fazlası...
Editör: İpek Akbaş
Bu sayımızda:
Ocak ayında gezebileceğiniz sergileri sizlerle buluşturuyor,
Biyografi bölümümüzde sokak fotoğrafçılığına rengi getiren fotoğrafçı Harry Gruyaert’i tanıtıyor,
Ekrandan Objektife başlığımız altında Aftersun filmindeki sinematografi ve fotoğrafçılığı değerlendiriyor,
Osmanlı döneminde fotoğrafın yaygınlaşmasına büyük katkı sağlayan Gülmez Biraderler hakkında bilgi veriyor,
Bizleri küstüğümüz kameralarla barıştıracak “İlk Kamerama Mektubum” yazısını takdim ediyor,
Son olarak, Seyir Köşesi’nde ise Closer (2004) filmini sunuyoruz.
BÜFOK’ta Neler Oluyor?
5 Aralık’ta diğer üniversite öğrencilerine de açık olan ve Canon iş birliği ile düzenlenen Fotoğraf Üzerine Söyleşi etkinliğinde Adem Meleke ile sohbet ettik,
7 Aralık’ta Edirne’ye unutamayacağımız bir günübirlik gezi gerçekleştirip hem şehrin tarihini öğrendik hem de bol bol fotoğraf çektik,
12 Aralık’ta Analog 101 ve Yaratıcı Baskı Teknikleri isimli buluşmada analog fotoğrafçılık hakkında daha çok bilgi edindik ve artık pek yaygın olmayan bu sanat ile ilişkili baskı tekniklerinin üzerine konuştuk,
19 Aralık’ta dönemin son Fotoğraf Yorumlama etkinliğini yılbaşı temasıyla düzenleyip süslediğimiz sınıfta, fotoğraflarımıza farklı bakış açıları kazandırıp yaratıcı yorumlar ekledik.
BÜFOK Bülten’in tüm okurlarına mutlu, sağlıklı bir yeni yıl ve keyifli okumalar dileriz! 🎄☃️
İstanbul’da Neler Oluyor?👀: Ocak Ayında Gezebileceğiniz Sergiler
Yazar: İpek Akbaş
İstanbul Modern Sanat Müzesi- İzzet Keribar, “Renklerin Yolculuğu”
Türk fotoğraf camiasında saygın bir yere sahip İzzet Keribar’ın müzenin 20. yılını kutlamak için bağışladığı 120’den fazla fotoğraf İstanbul Modern’de sergileniyor. Keribar, 1 milyon 500.00 fotoğraf arasından yaptığı bu seçkinin hayatının sanat evrelerini yansıttığını ve her bir fotoğrafın farklı renkleri, duyguları ve kültürleri bir araya getirdiğini belirtiyor. İzzet Keribar’ın hem ülke hem de dünya genelinde çektiği fotoğraflardan oluşan arşiv niteliğindeki bu sergiyi kaçırmamanızı tavsiye ederiz!
Yer: İstanbul Modern, Karaköy
Tarih: 6 Kasım 2024- 25 Mayıs 2025
Carre d’Artistes İstanbul- Nina& Ivo Petrov, “La Dolce Vita”
Nina ve Ivo Petrov’un sanatlarını birleştiren Art Deco estetiğinden ilham alınarak üretilen 38 parça eserden oluşan sergi Carre d’Artistes İstanbul’da ziyaretçileri ile buluşuyor. Küratörlüğünü Seval Dakman’ın üstlendiği bu sergi hem geçmişin hem de modern zamanın izlerini taşımasıyla dikkatleri çekiyor. Farklı akımlardan etkilenmelerine rağmen ortak bir paydada buluşan bu iki sanatçının “La Dolce Vita” isimli sergisini 12 Ocak tarihine kadar görebilirsiniz.
Yer: Carre d’Artistes İstanbul, Beyoğlu
Tarih: 13 Aralık 2024- 12 Ocak 2025
1851.gallery - Avni Lifij, “Affedersiniz ama, sanat bir kodak fotoğrafı değildir.”
Türk İzlenimcileri olarak da adlandırılan 1914 Kuşağı ressamlarımızdan biri olan Avni Lifij’in çekildiklerinden 100 yıl sonra bir aile koleksiyonundan çıkan fotoğrafları ziyaretçiler ile buluşuyor. Sirel ailesi koleksiyonunda korunan cam negatiflerden o dönemin önde gelen tekniği olan platin-paladyum baskı ile hazırlanmış fotoğraflardan oluşan bu serginin küratörlüğünü Dr. Necmi Sönmez üstleniyor. Hem İstanbul hem de Ankara’da çekilen fotoğraflardan oluşan sergi 1914 kuşağı ressamlarının günlük hayatlarına ışık tutuyor. Serginin odak noktasındaki soru ise şu: “Lifij bu fotoğrafları acaba sanatına araç olarak mı, yoksa amaç olarak mı üretmişti?”.
Yer: 1851.gallery, Akatlar
Tarih: 19 Ekim 2024- 18 Ocak 2025
İstanbul Kültür Yolu Festivali- Leonardo Da Vinci, “ Rönesans Dehası”
İstanbul Kültür Yolu Festivali kapsamında gerçekleştirilen sergi ünlü sanatçının ve bilim insanının yeteneklerini gözler önüne seriyor. Sergide, 108 keşif ve icat modeli, kullanabilir 28 icat, Da Vinci’nin tıp, mimarlık, mühendislik, savunma sanayi, anatomi ve gastronomi alanlarında yaptığı çalışmalar yer alıyor. Emirgan’da yer alan Lale Müzesi’nde 15 Ocak tarihine kadar sergiyi ziyaret edebilirsiniz.
Yer: Lale Müzesi, Sarıyer
Tarih: 28 Eylül 2024- 15 Ocak 2025
Biyografi: Sokak Fotoğrafçılığına Rengi Getiren Fotoğrafçı: Harry Gruyaert
Yazar: Alperen Çalışan
Harry Gruyaert, 1941’de Belçika’nın Antwerp adlı şehrinde geleneklere bağlı Katolik bir ailenin içinde doğdu. Babası fotoğrafı günah olarak gördüğü için Harry’nin fotoğrafçı olmasını istemiyordu. Fakat o yine de 1959 yılında Brüksel’de fotoğrafçılık ve sinema okumaya başladı. Mezun olduktan sonra Belçika televizyonu için serbest bir şekilde çalışmaya başladı. Ancak televizyon işlerindeki ticari yön, Gruyaert’in özgürlüğünü kısıtlıyordu ve daha sanatsal projeler peşinde koşmak için içinde bir istek uyandırdı. 1966 yılında televizyonda çalışırken o dönem sanatın ve kültürün merkezi olan Paris’e yaratıcılığın sınırlarını aşmak için taşındı. Aynı zamanda o dönemin sineması onun renk ve kompozisyon anlayışını etkilemesinde çok önemli oldu. O dönemin yönetmenlerinden etkilenerek renklerin hikaye anlatımında nasıl kullanılabileceği üzerine fikirler üretti.
1969’da Fas’a yapacağı birçok ziyaretten ilkini yaptı ve sanat dünyası mütemadiyen değişti. Fas’ın çarpıcı renk paleti, Harry’e rengin fotoğrafçılıkta anlatım gücünü ne kadar kuvvetli bir şekilde etkileyebileceğini fark ettirdi. Tam da bu sıralarda kullanmaya başladığı Kodak’ın Kodachrome filmi tam da kendisine uygundu. Kodachrome, renklerin zengin tonlarını ve derin kontrastlarını yakalamaya çok elverişli bir filmdi.
Gruyaert’in renkli fotoğraf anlayışı, onu geleneksel siyah-beyaz fotoğrafçılardan ayırıyordu. Fotoğrafta renk o dönemlerde sadece ticari amaçlar için kullanılıyordu, fakat Gruyaert için bu anlamsızdı. Siyah-beyaz fotoğrafçılıkta genellikle form, kompozisyon ve “an” ön plandayken Gruyaert’in çalışmalarında renk, ışık ve tonların ilişkisi, hikaye anlatımının merkezine yerleşti. Bu yaklaşımıyla sokak fotoğrafçılığında yeni bir estetik standart belirledi. Özetle, Gruyaert renkleri bir hikaye anlatıcısı olarak kullanarak renklerin uyumu ve kontrastı üzerinden fotoğraflarında dramatik bir yapı oluşturdu.
Aynı zamanda, 1970’ler, televizyonun günlük yaşamda merkezi bir rol oynamaya başladığı bir dönemdi. Gruyaert, “TV Shots” adlı fotoğraf serisinde halkın o günleri nasıl gördüğünü arşivlemeye çalıştı. Televizyon ekranından 1972 Olimpiyatları’nın görüntülerini çekti. Halkın zihninde uzun süre yer edinecek bir etkinliği bu şekilde çekip o günlerde salonlarda oturulan kanepelerden olimpiyatların nasıl göründüğünü anlayabilmemizi sağlaması, Gruyaert’in fotoğraflarını gerçekten çok etkileyici kılıyor.
Ekrandan Objektife: Dizi ve Filmlerde Sinematografi ve Fotoğrafçılık - “Aftersun”
Yazar: Merve Pehlivan
Aftersun… Bu soğuk kış günlerinde yazın sıcaklığını hissettiren ve bizleri çocukluğumuzun derinliklerine doğru hatıralarımızda yolculuğa çıkartan nostaljik bir drama! 6 Ocak tarihinde Türkiye’de yayınlanışının ikinci yılını dolduracak olan Aftersun, bu etkileyici baba-kız hikayesi, izleyicilerinin hafızasında duygusal bir iz bırakmaya devam ediyor. Hayatlarının belki de en anlamlı hatırasını oluşturmak üzere doksanlı yıllarda Fethiye’ye doğru yola çıkan Calum ve Sophie, tatillerinin her anını bir video kameraya kaydediyor. Zaten film, Sophie karakterinin yetişkin bir kadın olduğu zamanlarda geçmişe dönük bu video kayıtlarını seyretmesi üzerine kurgulanmış. Fotoğraf ve video çekmek, sanatsal amaçlardan bağımsız olduğunda bir anı biriktirme eylemine dönüşür. Geçip giden zamanları, küçük bir kızın babasıyla geçirdiği yaz tatilinin unutulmaz anlarını, tekrar yaşanamayacak çocukluğu bir kameranın içinde “saklayabilmek” ve tekrar tekrar dönüp izleyerek aynı duyguları hissedebilmek paha biçilemez bir ayrıcalıktır.
İçinde bulunduğumuz her an bir saniye sonra tarihe karışır, geriye yalnızca belleğimizde veya kameralarımızda bulunan anılar kalır. Kamera, yaşanılanların gerçekliğiyle kurduğumuz bağı güçlendirmekle beraber geçmişin geçip gitmesinin yarattığı hüznü de ortaya koyar. Senarist ve yönetmen Charlotte Wells, filmde inşa ettiği sinematografi ile bu hüzünlü duyguları izleyicilerine hissettirir. Aşina olduğumuz mekanlarda, insanların kuşlar gibi uçtuğu paraşütlerle bezeli açık gökyüzünün altında, Ege Denizi'nin turkuazında geçer film. Baba-kızın derinlikli ilişkisinde zaman zaman aralarına giren mesafeyi filmde kullanılan mavinin sıcak ve soğuk tonları arasındaki geçişlerle takip edebiliriz. Doksanlı yıllarda geçen bir çocukluğun nostaljik hissi de sinematografi içine yerleştirilen renkli su kaydırakları, jetonlu motosiklet oyunu gibi ögelerle kendine yer bulur.
Güçlü diyaloglarla desteklenen bir olay örgüsü içermeyen filmlerde, sinematografik okumalar film hakkında çok şey söyleyebilir. Aftersun da tam olarak böyle bir film! Bu filmde karmaşık ve uzun diyaloglar yok. Baba ve kızın derinlikli ilişkisi oldukça sade ama çok katmanlı bir görsel dil ile ekrana taşınmış. Film boyunca göze çarpan bir teknik olarak yönetmen, karakterlere zaman zaman doğrudan kamera doğrultmak yerine ekrandan, aynadan veya çeşitli yerlerde oluşan yansımalarını kullanmış. Bilinçli bir tercih olarak filme dahil edilen bu vasıtalı görüntüler, bir nevi baba ve kızı arasındaki görünmez duvarları temsil ediyor. Genç bir baba olan Calum karakterinin melankolik ruh hali izleyiciye dolaylı yollarla sezdiriliyor. Bir yandan depresyonla mücadele eden Calum bu mücadelesini kızına belli etmeden sevgisini hissettirmeye çabalıyor. Aralarındaki ilişkiyi samimi ama bir o kadar da uzak kılan bu durum diyaloglarla değil, izleyici ve karakterler arasında bir aracılık üstlenen yansıma görüntüleri ile filme işleniyor.
Aftersun, izleyicinin çok kolayca bağ kurabildiği bir film. Bunun sebeplerinden biri de kişisel bir film olması. Charlotte Wells, filmi çocukluğunda babasıyla Türkiye’de geçirdiği bir yaz tatilinden ilhamla kaleme almış. Filmin duygularını anlatabilmek için Türkçe “hasret” kelimesini uygun bulan yönetmen, kendi hasretini sinemaya taşımış. Yönetmenin bu hatırasından geriye kalan bir fotoğrafın benzerine filmin son sahnelerinde rastlıyoruz. Calum ve Sophie tatillerinin son gecesinde beraber yemek yerlerken bir fotoğraf çekiliyorlar. Polaroid fotoğraf yavaş yavaş netleşirken baba-kız keyifle sohbet ediyorlar ve arka fonda sahneye müthiş bir tamamlayıcılık katan Candan Erçetin’in Gamsız Hayat şarkısı çalıyor. Sophie’nin hayatı boyunca babasına ve hatıralarına besleyeceği hasretin en somut temsilcisi belki de o gece çekilen bir kare fotoğraf…
Karakterlerin tatil lokasyonu olan Fethiye’ye varmalarıyla başlayan film, havaalanında baba ve kızın vedalaşmasıyla son buluyor ve baba kızının hafızasından bir parçaya dönüşüyor. Anlatılmak istenen duyguların izleyiciye kullanılan sinematografik tercihlerle ve gerçekçi oyunculuklarla sezdirilerek tesir ettiği, herkesin kendi belleğinin derinliklerinden benzer bir parça bulabileceği, çocukluğun nostaljik ve biraz da buruk hissiyatını perdeye taşıyan bir film Aftersun.
Ben Bilmem Biraderler Bilir: Gülmez Biraderler
Yazar: Elif Cansu Kumanlı
Vakit 19.yüzyılın sonları, İstanbul Pera’dayız. Stüdyo Gülmez Fréres portre ve kırsal İstanbul fotoğrafları ile kendinden söz ettiriyor. Sahipleri Yervant, Artin ve Kirkar Ermeni asıllı 3 erkek kardeş.
Sultan II.Abdülhamid'in “saray fotoğrafçısı” olmaya hak kazanan kardeşler 1887 tarihinde Floransa’da katıldıkları sergide şeref madalyası aldıktan sonra ünlendiler. Fakat daha da önemlisi İstanbul’un panoramik fotoğrafları ile katıldıkları Amerika Şikago’daki sergi oldu. Sergiye göndermeden önce bir aksilik ile ya da uygunsuz bulunan görüntülerle karşılaşmamak adına, biraderler fotoğrafları gerekli mercilere ulaştırıp onay aldılar. Bu onayın ardından Şikago sergisinden de şeref madalyasının yanı sıra stüdyolarında padişah tuğrası kullanma hakkını elde ettiler.
Dersaadet’teki meşhur cami ve mevkileri fotoğraflayan başarılı kardeşler, 1900’lü yılların başlarında stüdyolarını Abdullah Biraderler’in yanından bu sanatın inceliklerini öğrenen Aşil Samancı’ya devrederek faaliyetlerine son verdiler. Aşil (Achille) Samancı ise stüdyonun adını “Apollon Fotoğrafhanesi” olarak değiştirdi.
Gülmez Biraderler’in dönemin sayılı stüdyolarından birine sahip olmaları sebebi ile Osmanlı tarihinde fotoğrafın yaygınlaşmasına büyük katkıları olduğu söylenebilir.
“İlk Kamerama Mektubum”
Yazar: Hilal İlhan
Oldum olası fotoğrafları sevmişimdir. Siyah beyaz, renkli, yatay, dikey hiç fark etmez. Fotoğraflarda tılsımlı bir şey var. Geçen oturup küçüklüğümden beri beni bu kadar çeken şeyin ne olduğunu düşündüm. Hayat bir akış, biz de bu akıntıda sürükleniyoruz. İnsanlar değişiyor; dünya değişiyor. Devinime ayak uydurmamak gibi bir seçenek yok. Ya hareket edeceksin ya da hareket edeceksin. Durmaksızın koşmak bazen yoruyor; böyle anlarda bir kenara çekilip soluklanmak, ara vermek istiyorum. Deyim yerindeyse zamanı durdurmak istiyorum ve başarıyorum da bir nevi. Hani derler ya: “Zaman parmaklarımın arasından kayıp gidiyor.”. Bazı anları avucumun içinde tutabiliyorum daha yavaş nefes alarak. Lahzalara bölüyorum hayatı. O kadar küçük parçalara ayırıyorum ki zamanı, milyon yılların ağırlığını taşıyan saatler elimle tutabileceğim kadar hafifliyor. Ama neticede zaman bu. Ne kadar hafif olursa olsun, sen onu milisaniyelere bölsen de akıp gidiyor. Kalıcı değil hiçbir şey. İşte tam da burada, modern zaman büyücüleri yardımıma koşuyor: fotoğraflar, fotoğrafçılar ve kameralarım. Arka planda işleyen teknik kısmın, aslında çok basit bir mantığa ve mekanizmaya dayandığını bilsem de fotoğraflar bana hala sihirmiş gibi geliyor. Zamanı dondurup kaydetmek sonra tekrar tekrar dönüp bakabilmek muhteşem bir şey! Eğer bir süper gücüm olsaydı bu olmasını isterdim. Neyse ki kameralar var ve zamanı dondurmak artık sıradan bir süper güç.
Bir süre sonra kamera artık bir uzvunuz gibi oluyor; oturup “Hım diyaframı ne kadar açmam gerekiyor?” diye düşünmüyorsunuz. O anı nasıl hapsetmek istiyorsam öyle yakalıyorum, bu aslında refleks gibi bir şey. Tabii bazen kamera gözümün gördüğü her şeyi göremiyor; tam istediğim gibi donduramıyorum o anı. Gölgeler mesela... Sokak lambalarının turunculuğunun gökyüzünün lacivertliğine dağılışı… Annemin gülüşü... Kameram bazı şeylerin güzelliğini yakalamakta çok yüzeysel kalıyor; hep bir şeyler eksikmiş gibi hissediyorum. Ama çoğunlukla ben de kameramın gördüklerini göremiyorum. Yıldızlar mesela... Akan giden ışıklar... Üst üste binen şekiller, renkler... Bu noktada, kameramla sanki gizli bir anlaşma yapmışız da birbirimizin eksik noktalarını tamamlamaya çalışıyormuşuz gibi geliyor. Evet, kameram her şeyi benim görmek istediğim gibi kaydedemiyor ama bana hayalimin ötesinde kareler vererek durumu telafi ediyor.
Kameramla ve fotoğrafçılıkla olan ilişkim hep doğrusal olmuyor. Elime aylarca kamera almadığım ve hatta hiç almak istemediğim zamanlar da oluyor; sabahtan akşama kadar sadece fotoğraf çekmek için saatlerce yürüdüğüm de. Bazen fotoğraf çektim sanıyorum, sonra bir bakıyorum ki 36. pozu çoktan geçmiş olmama rağmen filmi sarma kolu hala dönüyor. Aslında filmi takamadığımı, yakaladığımı zannettiğim muhteşem fotoğrafların aslında hiçbir zaman çekilmemiş olduklarını fark edince başımdan kaynar sular dökülüyor. Bazen de hiç umursamadan çektiğim rastgele bir karede aylar yıllar sonra unuttuğum sıradan bir günümün seslerini duyuyorum. Dayımdan hediye gelen minik dijital kameram durduk yere bozulunca fotoğrafçılığa küssem bile annemin dedesinden kalan yıllarca beni vitrinden izleyen eski kameraya bir film takıp çalıştığını fark edince yeniden barışıyorum kameralarla.
İçimdeki bazen çoğalan bazen solan fotoğrafçılık tutkusu, tıpkı ilk kamerama olan bu saf mektupta olduğu gibi, dünyayı görmek ve göstermek istediğim şekilde yakalayıp kaydedebilme iç güdüsünden doğuyor. Ancak bu tutku aslında sadece hatırlama ve hatırlanma arzusundan ibaret. Ben de bu düşünceye sımsıkı sarılarak beni yarı yolda bırakan ya da benim yarı yolda bırakarak küstüğüm tüm kameralarla barışıyorum ve hatırla(n)ma arzumu olduğu gibi kabul ediyorum.
Seyir Köşesi 👀: “Closer” (2004)
Yazar: Burak Cem Onan
Mike Nichols’ın yönettiği ve Patrick Marber’ın ödüllü tiyatro oyunundan uyarlanan Closer (2004), modern ilişkilerin karmaşıklığını derinlemesine ele alan çarpıcı bir drama. Julia Roberts, Jude Law, Natalie Portman ve Clive Owen gibi yıldız oyuncuların unutulmaz performanslarıyla taçlanan film, izleyiciyi aşk, ihanet ve dürüstlük kavramları üzerine düşündürmeye davet ediyor. Closer yalnızca bir aşk ve ihanet hikayesi değil; aynı zamanda karakterlerin dünyasını şekillendiren sanatı, özellikle de fotoğrafı, anlatıya incelikle işliyor. Anna’nın fotoğrafçılığı, filmin görsel dünyasında ve hikaye anlatımında önemli bir metafor. Fotoğraf, karakterlerin yüzleşmek istemedikleri gerçekleri ortaya çıkaran bir araç haline geliyor. Bu öğe, hikayeye sanatsal bir boyut kazandırırken izleyiciyi “gerçek” ve “görünüş” üzerine düşünmeye yönlendiriyor. Filmdeki görsel dil, izleyiciyi adeta bir fotoğraf sergisinde gezermiş gibi hissettiriyor. Sahne düzenlemeleri ve karakterlerin yerleşimi, fotoğrafik bir kompozisyon hissi uyandırırken ışık ve renk kullanımı da bir fotoğrafın estetik unsurlarını andırıyor. Mike Nichols’ın yönetimindeki bu bilinçli tercih, filme ayrı bir derinlik katıyor. Eğer fotoğrafın hikaye anlatıcılığı üzerindeki gücüne inanıyorsanız, Closer sizin için hem bir ilham kaynağı hem de bir sorgulama aracı olabilir.
KAYNAKÇA:
https://gaiadergi.com/osmanlida-fotografcilik-pera-fotografcilari/
https://fotoatlas.net/olusturan/gulmez-freres/
https://en.wikipedia.org/wiki/File:G%C3%BClmez_Brothers_-_Be%C5%9Fikta%C5%9F_from_the_Hayreddin_%C4%B0skelesi_-_Google_Art_Project.jpg
Özendes, Engin. “Sultan Abdülaziz Dönemi İstanbul Fotoğrafçıları”. Milli Saraylar Sanat Tarih Mimarlık Dergisi, sy. 18 (Aralık 2019): 22-36.