BÜFOK Bülten-30 Mayıs 2025
İZ: Nazi Selamı Vermeyen Adam, Kuş Bakışı: Tıbbi Fotoğrafçılık, Biyografi: Fatima Hassuna, Seyir Köşesi: Bill Cunningham New York, İki Topuzun Arasındaki İsyan, Unutamadıklarımız ve daha çok fazlası…
Editörler: İpek Akbaş ve Zeliha Tunçdemir
Bu sayımızda:
Harcama yapmamaya özen gösterdiğimiz bu zamanda İstanbul’da ücretsiz bir şekilde gezebileceğiniz bağımsız sergileri sunuyor,
“İZ” kısmında sessiz direnişin öncüsü “Nazi Selamı Vermeyen Adam” August Landmesser’in hayat hikayesini okuyor,
Kuş Bakışı başlığı altında Tıbbi Fotoğrafçılık’ta cinsiyet rollerini karşılaştıyor,
Biyografi bölümümüzde Gazze’den yükselen sesi dünya ile buluşturan foto muhabir Fatima Hassuna’nın hayatına tanıklık ediyor,
Seyir Köşesi’nde moda fotoğrafçılığının en ikonik ve en ilginç isimlerinden biri olan Bill Cunningham’ın hayatından izler sunan “Bill Cunningham New York” (2010) belgeselini inceliyor,
İki topuzun arasındaki isyanla Meksika’daki devrimci kadınların mücadelelerini öğreniyor,
Son olarak geçmişten bugüne uzanan eylem ve direniş anlarını “Unutamadıklarımız” başlığında gelecek nesillere aktarıyoruz.
BÜFOK’ta Neler Oluyor?
8-9 Mayıs’ta yıllar önceki bir geleneğimiz olan ve son yıllarda tekrardan eski canlılığına kavuşturduğumuz Sanat Bayramı’nı bu sene birlik ve dayanışmayla birleştirdik ve sanata gönül vermiş 11 kulüp olarak Sanat ve Dayanışma Bayramı’nı keyifle gerçekleştirdik. Çeşitli etkinliklere katkıda bulunan kulüplerin olduğu şölenimize biz de Mart ayında İFSAK Lokal Beyoğlu’nda sergilediğimiz “Kuşaklar Boyu Kadınlar” fotoğraf sergimizi kaçıranlarla buluşturduk. Gün boyu ziyarete açık olan sergimize ek olarak tarihi bir fotoğrafçılık tekniği olmasının yanı sıra sanatsal bir ifade şekli olarak da kullanılan Siyanotip Baskı’sını eğitmenimiz Nilden Aksoy eşliğinde atölye olarak gerçekleştirdik. Son olarak okulumuz sanat kulüplerinden GSK ile Kolaj Atölyesi’nde fotoğraf ve eski dergilerden kestiğimiz parçalarla yeni eserler üreterek, dayanışmamızı kolajlarla ifade ettik.
Bu güzel, birlik dolu kapanıştan sonra 12 Mayıs’ta gururla geçirdiğimiz bir yılı aktif üyelerimizin ve 2024-2025 yönetim kurulunun katılımıyla gerçekleştirdiğimiz Genel Kurul ile kapattık.
Olağanüstü şartlar altında tüm desteğiyle faaliyet göstermiş olan 2024-2025 dönemi yönetim kuruluna teşekkür ediyoruz. Bizi hiçbir zaman yalnız bırakmadığınız ve bu zor günleri dayanışmayla nasıl hafifletebileceğimizi gösterdiğiniz için minnettarız. Kulüp içi ve kulüp dışı dengeleri en iyi şekilde yöneten başkanımız Dilba'ya, başkanın sağ kolları ve en yakın yoldaşları olmuş başkan yardımcıları edi ile büdü, Bilal ve Hilal’e, kaleminin gücü ile BÜFOK'un dilini temsil eden yazmanımız Sude'ye, bütçemizi en doğru şekilde yöneten saymanımız Melike'ye, KAK ve KAK YK'da temsilcilerimiz olan kaplanlarımız İpek ve Zeliha'ya, sosyal medya platformlarında görünürlüğünümüzü sağlayan Kerem'e, ekipmanlarımıza gözü gibi bakan Alperen'e, kulübün vizyonunu ileri taşımak için elinden gelen her şeyi yapan, arşivimizi diri tutan Merve ve Ömer'e ve biricik koordinatörlerimiz Ceren, İrem, Helin, Sevde, Simay ve Tuğra’ya sonsuz teşekkürler. Sizlerle geçirdiğimiz bu yıl daha güzel olamazdı.
Bununla birlikte, aktif üyelerimizin ve bu senenin yönetim kurulu üyelerinin oylarıyla belirlenen 2025-2026 yönetim kurulu;
Başkan İpek Akbaş
Başkan Yardımcısı Merve Pehlivan
Yazman İrem Ünlüer
Sayman Ömer Yaşar
KAK Temsilcilerimiz Helin Sinan ve Simay Salman
Sosyal Medya Sorumlumuz Begüm Ormancı
Ekipman Sorumlumuz Tuğra Acar
YK Üyelerimiz Ceren Senem Kuşçu ve Sevde Çolak
YK Yedek Üyemiz Salih Tınaz
Herkese yeni pozisyonlarında başarılar diliyoruz! Barış, adalet, sevgi ve saygı dolu bir yıl olması dileğiyle! Hepiniz iyi ki varsınız!
Şimdi ise sizleri bu sayımızın yazılarıyla baş başa bırakıyoruz. Keyifli okumalar ve iyi tatiller dileriz!
İstanbul’da Neler Oluyor? 👀: Haziran Ayında Gezebileceğiniz Sergiler
Yazar: Burak Cem Onan
Depo - Ateş Alpar, “İmkân ve İhtimal“
Sergi, Alpar’ın pratiğini tarihsel ve güncel tahakküm biçimleri üzerinden mekân, obje ve bedenle kurulan ilişkilerle ele alıyor. Küratörlüğü Melih Aydemir ve Yıldız Öztürk tarafından üstlenilen sergideki çalışmalar, sanatçının kişisel anekdotlarının ışığında süzülerek sınırlar, güvenlik, gözetleme araçları, mülksüzleştirme gibi konulara dair geniş bir çerçeve çiziyor. Sistemsel olarak yok sayılan, bastırılan ve bağlamından koparılan tarihsel gerçeklikler tabiri caizse halının üstüne seriliyor. Anlatının merkezinde ise bireysel ve kolektif hafıza arasındaki ilişkiler ve tarihsel bağlamların içinde politikleşen gündelik nesneler yer alıyor. ‘’İmkân ve İhtimal’’, kolonizasyonu dinamik bir süreç olarak ele alarak çoğulcu bakışın aksine dekoloniel bir perspektif arayışında. Alpar, belgeleme ve temsili aşarak; mekân, nesne ve dilin sunduğu direnç alanlarında sömürgeciliğin silikleştirdiği ihtimallerin izini sürüyor.
Geçtiğimiz senelerde kulübümüzde de ağırladığımız Ateş’in yeni kişisel sergisi tüm sanatseverlere duyurulur!
‘’İmkân ve İhtimal’’, 13 Mayıs – 5 Temmuz 2025 tarihleri arasında Depo’da!
Tarih: 13 Mayıs - 5 Temmuz 2025
Mekan: Depo İstanbul, Tophane
Bant Mag. Havuz / Bina - Funda Dükmeler, ‘’sonbaharkışilkbaharyaz’’
Funda Dükmeler, ikinci kişisel sergisi ile karşınızda. Sergi, doğanın mevsimsel döngüsüne tanıklık etmeye ve bu döngünün insan ruhundaki yansımalarını keşfetmeye dair bir çağrı niteliğinde. Her bir mevsim, yalnızca çevremizi değil, iç dünyamızı da dönüştürüyor. Tıpkı endemik bitkiler ve anıt ağaçlar gibi biz de zamanla şekilleniyor, kök salıyor ve değişiyoruz. Türkiye’nin engin biyoçeşitliliği, her mevsimin getirdiği zorluklara karşı verilen yaşam mücadelesini, sabrı ve yeniden doğuşu gözler önüne seriyor. Doğanın bu kadim hikâyesi, binlerce yıldır toprağa düşen izlerle her canlının kendine ait bir zamanı, ritmi ve sesi olduğunu hatırlatıyor.
Sergide yer alan eserlerde sonbaharın solgun yapraklarından, kışın sessiz örtüsüne; ilkbaharın taze filizlerinden, yazın coşkulu çiçeklerine kadar doğanın döngüsü görsel bir anlatıya dönüşüyor. Bu anlatı sadece doğanın değil; insanın hafızasının, köklerinin ve duygularının da bir yansıması. Sergi aracılığıyla doğa ile kurulan bu derin bağ, insan ruhunun iyileşmesini ve yeniden doğmasını mümkün kılıyor.
‘’SONBAHARKIŞİLKBAHARYAZ’’, 30 Mayıs – 22 Haziran aralığında Bant Mag. Havuz / Bina’da!
Tarih: 30 Mayıs - 22 Haziran 2025
Mekan: Bant Mag. Havuz/Bina, Kadıköy
Koç Üniversitesi ANAMED - Karma Sergi, “Kuşbakışı Filistin”
Koç Üniversitesi ANAMED’de ziyarete açılan Kuşbakışı Filistin sergisi, Filistin topraklarının tarihsel, politik ve kültürel katmanlarını kuşbakışı bir bakışla ele alıyor. Küratörlüğünü Yazid Anani, Zeinab Azarbadegan, Zeynep Çelik ve Salim Tamari’nin üstlendiği, altı bölümden oluşan sergi; arşiv belgeleri, sanat eserleri, mektuplar ve görsel materyaller aracılığıyla hafızayı kolektif bir direniş alanı olarak kurguluyor.
Adını, Hz. Muhammed’i Kudüs’e taşıdığına inanılan ve serginin açılış bölümünde karşılaştığımız mitolojik “Burak” figüründen alan sergi, Filistin’in yıllardır maruz kaldığı işgal, gözetim ve baskı politikalarına güçlü bir görsel yanıt sunuyor.
Filistin’i düşünmek ve hatırlamak için sokaklar kadar sergi salonları da önemli. Taksim’de anayasal hak olan protestolara izin verilmeyen günlerde bile İstiklal Caddesi üzerindeki ANAMED’de bu sergiye uğrayarak direnişin izini sürebilirsiniz.
25 Ocak 2026’ya kadar ANAMED’te!
Tarih: 19 Mart 2025 - 25 Ocak 2026
Mekan: Koç Üniversitesi ANAMED, İstiklal Caddesi
İZ: Nazi Selamı Vermeyen Adam - August Landmesser
Yazar: Elif Tercan
Milliyetçi düşüncenin sadece ülkemizde değil tüm dünyada yeniden ivme kazandığı bu dönemde bu fotoğrafı sevgili Büfok Bülten okuyucularıyla paylaşmanın çok değerli olduğunu düşünüyorum. Fotoğraf August Landmesser adlı bir işçinin yüzlerce kişi arasındaki bireysel direnişini gösteriyor. Öncelikle bu direnişçinin hayatını bir özetleyelim:
Hamburg'daki tersanelerde çalışan Landmesser, 1931'de istihdam olanaklarını iyileştireceğini umarak Nazi Partisi'ne katıldı. Ancak Yahudi bir kadın olan Irma Eckler ile tanıştığında tüm hayatının seyri değişti. Naziler çiftin evliliğini onaylamayınca Landmesser partiden istifa etti. Resmi olarak evlenmeseler de 1935’in Ekim’inde bir çocuk dünyaya getiren çift, 1937 yılında Irma bir daha hamile kalınca Danimarka’ya kaçmak istediklerinde sınırda yakalandı. Bunun üzerine hapse atılan August, 1 sene sonra serbest bırakıldığında ise eşi ile görüşmesi yasaklanmıştı. Kısıtlama yasağına uymayan Landmesser 1938’de bir kez daha tutuklanarak 3 yıl boyunca toplama kampında kaldı. Irma ile kızlarını da bir daha göremedi. 1941 yılında serbest kalan August, rivayete göre 3 yıl sonra savaşta hayatını kaybetti.
Gelelim bu fotoğrafın önemine: 13 Haziran 1936'da, Hitler'in huzurunda bir savaş gemisinin suya indirilmesi sırasında bir fotoğrafçı, yüzlerce işçinin Nazi selamı verdiği bu anı yakalıyor. Fakat itaatkar yüzlercesi arasında kollarını önünde kavuşturmuş, sessiz bir direnişçi var. Henüz kendisi farkında değil ancak bu fotoğrafı sessiz direnişin simgesi haline gelecek, nazi selamı karşısında yeni bir dalga oluşturacak.
Bu fotoğrafı görünce etkilenmemin en büyük sebebi, belki de yaşadığımız topraklardaki adaletsizliğin devasa boyutlara geldiği şu zamanda, en yakın çevremdeki insanların dahi bireysel tepkilerinde ne denli umursamaz olduğunu görmemdi. Boykot çağrıları yapıldığında ve gündemi takip etme sözleri verildiğinde kalabalığın bir parçası olan bizler, kafeleri dolduran ve İnstagram hikayesi atmadan yaşayamayan insanları görünce "Herkes zaten böyle yapıyor." diyerek bu sefer yine aynı kalabalığa uyum gösterdik. Peki en basit haklarımızı bile almak için savaşmak zorunda olduğumuz bu dönemde bile bireysel direnişimizi sürdüremeyecek kadar zayıf mı irademiz? Yaşananları değiştirmek için gerçekten çabalıyor muyuz yoksa pasifize edilerek "yetkililer" ne derse yaşamımız için onların dediklerini mi uygun görüyoruz?
İşte bence bu fotoğraf bu yüzden önemli. Bireyler olarak tepki göstermenin aslında ne kadar basit bir eylemsizlik hali olabileceğini gözler önüne seriyor çünkü. Direnmek için hiçbir şey yapamayacak durumda olsak da hiçbir şey yapmamayı tercih edebiliriz.
Kuş Bakışı 🦅: Tıbbi Fotoğrafçılık/Sağlık Fotoğrafçılığı
Yazar: Melike Dere
Görünmeyen Bedenler: Tıbbi Fotoğrafçılığın Cinsiyet Körlüğü
Tıbbi fotoğrafçılık, çoğu zaman nötr bir belgeleme aracı gibi düşünülür. Bir yara nasıl görünür, bir işlem nasıl uygulanır, bir hastalık deride nasıl iz bırakır, hepsi nesnel bilgi aktarımı gibi sunulur. Ama tıpkı bilimsel veriler gibi, görseller de bir tercih içerir. Kimi göstereceğini, kimi dışarıda bırakacağını birileri belirler. Ve bu seçimler zamanla norm haline gelir. Uzun yıllar boyunca bu norm, erkek bedenine odaklandı. Kadınlar ise ya hiç kadraja giremedi ya da yalnızca belirli rollerde yer aldı.
Tıpta yıllardır tekrar eden bir kalıp var: “İnsan bedeni üzerinde test edildi.” Ama bu “insan bedeni” genellikle erkek bedeni. Kadınların tıbbi araştırmalara katılımı ya sınırlı kaldı ya da hiç gerçekleşmedi. Hatta 1977 yılında ABD’de kadınların birçok klinik çalışmaya katılması resmi olarak kısıtlandı. 1993’te bu karar kaldırıldığında aradan geçen on altı yıl boyunca ilaçların çoğu yalnızca erkekler üzerinde test edildi. Dolayısıyla bugün hâlâ kadınların kullandığı birçok ilaç, kadın fizyolojisi göz önünde bulundurularak geliştirilmiş değil.
Bu sadece ilaçlarla ilgili değil. Kalp hastalıkları gibi ölümcül durumlarda bile kadınların semptomları çoğu zaman “atipik” diye geçiştiriliyor. Oysa farklı olan şey kadın değil, referans alınan erkek verisi. Amerikan Tıp Fakülteleri Birliği’nin analizine göre, kadınlar tıbbi sistem içinde hâlâ “standart dışı beden” gibi ele alınıyor. Birçok teşhis algoritması, erkek bedenindeki semptomlar üzerinden geliştirildiği için kadınların yaşadığı belirtiler çoğu zaman tanınmıyor ya da hafife alınıyor. Bunun doğrudan etkisi geç konan tanılar, eksik tedaviler, daha fazla risk oluyor.
Bu eksik temsil yalnızca klinik verilerle sınırlı kalmayarak görsellerde de karşımıza çıkıyor. Tıp kitaplarında, broşürlerde, akademik makalelerde yer alan fotoğrafların çoğu erkek bedenine ait. Kadınlar genellikle ya üreme sistemiyle ilgili görsellerde gösteriliyor ya da estetik odaklı temsillerle yer buluyor. Örneğin bir yara nasıl iyileşir, bir cilt hastalığı nasıl görünür, enjeksiyon nasıl yapılır gibi çok temel sorularda bile karşımıza çıkan kadın bedeni görseli çok az. Tıp kitaplarındaki görsellerin büyük kısmı hâlâ beyaz, genç, atletik erkek bedenine ait. Koyu ten rengine sahip kadınlar çoğunlukla sadece “enfekte olmuş” veya “problemli” bedenlerle temsil ediliyor.
Burada durup şu soruları sormak gerekiyor: Objektifi kim tutuyor, kimin gözünden bakıyoruz ve neyi görüyoruz? Tıbbi fotoğrafçılık çoğu zaman teknik bir alan gibi algılansa da aslında çok yönlü bir temsil biçimi. Kimi gösterdiğin, nasıl gösterdiğin, kimi hiç göstermediğin doğrudan bir anlam taşıyor. Fotoğraflar yalnızca bilgi aktarmıyor, bir değer hiyerarşisi de kuruyor. Ne önemli, ne sıradan, ne kayda değer… tüm bunları kadraj belirliyor. Bu yalnızca bilimsel bir açık değil, doğrudan insan hayatını etkileyen bir ihmal.
Peki bu boşluk nasıl doldurulur? Fotoğrafçılık burada yalnızca eksik olanı göstermez, yeni bir anlatı da kurabilir. Fotoğrafçılık, kadın bedeninin yalnızca nesne değil, özne olduğu bir alan kurabilir. Klinik ortamlarda kullanılan fotoğraflar, çeşitliliği ve farklılıkları göz önünde bulundurarak yeniden üretilebilir. Çünkü bazen eksik olan yalnızca bir görsel değil, bir bakış açısıdır. Kadrajı genişletmeden, hikâyeyi tamamlayamayız. Görünmeyen bedenler, eksik bilgi üretir. Eksik bilgi ise eksik tedaviye, güvensizliğe, adaletsizliğe yol açar. Bu yüzden konu yalnızca temsil meselesi değil. Bu eksiklik, eşit sağlık hakkıyla doğrudan bağlantılı. Kadının bedeni ne zaman kadrajın dışında ise, onun sağlığı da sistemin dışına düşer.
Biyografi: Gazze’den Dünyaya Yükselen Ses: Fatima Hassuna
Yazar: Merve Pehlivan
İşgalci İsrail’in Gazze’ye yönelik düzenlediği saldırılarda yalnızca siviller değil gazeteciler ve foto muhabirler de hedef alınıyor. Uluslararası Gazeteciler Federasyonu’nun raporuna göre 7 Ekim’den bugüne 150’den fazla medya çalışanı İsrail saldırılarında hayatını kaybetti. Onlardan biri de 16 Nisan’da, düğününden birkaç gün önce, Gazze’nin kuzeyindeki evine isabet eden hava saldırısında ailesinden on kişiyle beraber öldürülen yirmi altı yaşındaki Fatima Hassouna.
1999 doğumlu Fatima, işgal altındaki Filistin topraklarında doğup büyümüş ve Gazze Uygulamalı Bilimler Üniversitesi multimedya bölümünden mezun olmuştu. 14 Ocak 2024 tarihinde İsrail’in hava saldırısı sonucu ailesinden on bir kişiyi kaybetmiş olan Fatima, ölümün hep bir adım uzağında olduğunu biliyordu. Son on sekiz ayını 7 Ekim itibariyle şiddetlenen katliamın izlerini belgelemeye ve Gazze’de yaşanan yıkımı, İsrail ordusunun sivillere dayattığı zorunlu tahliye süreçlerini kadrajına alarak dünyanın dört bir yanına duyurmaya adamıştı.
Medya, insani yardım tırlarının girişine bile izin verilmeyen Gazze’de, Filistinlilerin dünyanın geri kalanıyla bağlantı kurabilecekleri tek araçtır. Gazzeli foto muhabirler ise bu bağlantının kurulmasında önemli bir köprü görevi üstleniyor. Soykırımı belgelemek, dünyayı İsrail’in karşısında yer almaya davet etmek, uluslararası arenada zulüm karşıtı protestoları ve baskıyı arttırmak demek. Dolayısıyla fotoğraf, Gazze’de sanat anlamını taşımaktan çıkıp bugünleri tarihin karanlık sayfalarına kaydeden bir hafızaya dönüşüyor. Tıpkı verdiği bir röportajda kendi gücünü fotoğraf çekmekte bulduğunu ve kendini bu sayede koruduğunu söyleyen Fatima’nın, kamerasını silaha, hafıza kartını ise mermiye benzetmesi gibi.



Hassouna’nın evine düzenlenen saldırıdan yirmi dört saat önce, yer aldığı Put Your Soul on Your Hand and Walk isimli belgeselin Cannes Film Festivali’nde sunulacağı duyuruldu. Gazzelilerin mücadelesini konu alan belgesel, Fatima ile İranlı yönetmen Sepideh Farsi arasında geçen çevrimiçi konuşmalardan oluşuyor. Farsi, Fatima ile son konuşmalarında onun Cannes’a gelmek için heyecanlı olduğunu ancak Gazze’ye geri dönmek şartıyla bu daveti kabul edebileceğini belirttiğini söylüyor.
“If I die, I want a loud death. I don’t want to be just breaking news, or a number in a group, I want a death that the world will hear, an impact that will remain through time, and a timeless image that cannot be buried by time or place.”
“Eğer ölürsem, gürültülü bir ölüm isterim. Sadece son dakika haberi ya da bir grubun içinde bir sayı olmak istemem. Dünya tarafından duyulacak bir ölüm isterim; zamanla silinmeyecek bir etki, zaman ya da mekân tarafından gömülemeyecek zamansız bir imge.”
-Fatima Hassouna’nın sosyal medyadan paylaştığı bir yazısından alıntı
Fatima, cesur gülüşü ve silahı saydığı kamerasıyla on yıllardır süregelen Filistin direnişinin sembollerinden biri oldu. Kadrajını doğrulttuğu her köşeden çektiği fotoğraflarla soykırımın izini dünyaya taşıdı. Kendisine biçtiği amaç ailesinin ve tüm Filistin’in sesi olmaktı ve Gazze’den korkusuzca yükselttiği sesi Cannes’a ve tüm dünyaya ulaştı. Bugün dört bir yanda Filistin için özgürlük yürüyüşleri yapılmaya devam ediliyorsa bunda Fatima Hassouna gibi foto muhabirlerin payı büyüktür.
Fatima’nın yaptığı son paylaşım Gazze’de enkazların ardından gözüken bir gün batımı manzarasıydı. İnanıyoruz ki bir gün onun ve tüm Gazzelilerin mücadelesi karşılık bulacak ve Filistin’de güneş yeniden doğacak…
Seyir Köşesi 👀: “Bill Cunningham New York”
Yazar: Alperen Çalışan
“Bill Cunningham New York”, Richard Press’in yönetmenliğini üstlendiği Bill Cunningham’ı bisikleti üzerindeyken takip ederek onun hakkında bilgi veren 85 dakikalık bir 2010 yapımı belgesel. Peki Bill Cunningham kimdir?
Bill Cunningham, moda fotoğrafçılığının en ikonik ve en ilginç isimlerinden biridir. Çünkü zamanında kendisini New York’ta ikonik mavi işçi ceketi ve bisikleti ile görebilirdiniz. Hatta yeterince ilginç giyindiğinizi düşünürse bir fotoğrafınızı bile çekebilirdi. Kendisi bir paparazzi gibi ünlü isimleri çekmezdi; sadece ilginç görünenleri çekerdi. Vogue genel yayın yönetmeni Anna Wintour kendisi hakkında demiştir ki: “Hepimiz Bill için giyiniyoruz.”
Modada demokrasiye inanırdı. Kimin giydiğine değil, ne giyildiğine bakardı. Bir gün tüm fotoğrafçılar Fransız aktrist Catherine Deneuve’u çekerken kendisi çekmeyince insanlar nedenini sormuşlardı. Bill de şöyle cevap vermişti: “Ama hiç enteresan bir şey giymiyordu ki.”
Kendisi aynı zamanda çok mütevazi bir yaşam sürüyordu. Hayatının son 60 yılında Carnegie Hall’de çok küçük bir stüdyo odada yaşadı. Bu tek odalı ortak banyolu konutta tüm negatif film arşivini bile tutuyordu. Hatta şu sözleri çok bilinir: “Money is the cheapest thing. Liberty and freedom is the most expensive. If you don’t take money, they can’t tell you what to do, kid…” Böylece uzun yıllar bağımsızlığını korumayı başarabilmiştir.
Bu güzel kişi hakkında daha fazla bilgi edinmek isterseniz “Bill Cunningham New York” adlı belgeseli izlemenizi şiddetle öneririm.
Şimdiden iyi seyirler <3
İki Topuzun Arkasındaki İsyan: Meksika’nın Devrimci Kadınları
Yazar: Hilal İlhan
20. yüzyılın başında Meksika, ekonomik olarak büyüyen ama bu büyümeyi halkın çoğuna yansıtamayan bir ülkeydi. 1876’dan itibaren ülkeyi 30 sene yöneten Porfirio Díaz, dış yatırımları artırmış, demiryolu ağlarını genişletmişti; ancak bu gelişmeler, büyük toprak sahiplerinin zenginleşmesi pahasına köylülerin ve işçilerin yoksullaşmasıyla sonuçlandı. Ülkede toprakların %90’ı nüfusun %1’ine aitti. Siyasi katılım sınırlıydı, muhalif sesler ya susturuluyor ya da sürgüne gönderiliyordu. Bu ortamda halkın büyük kesiminde biriken öfke, 1910’da Francisco I. Madero’nun seçimleri kazanmasına rağmen Díaz tarafından saf dışı bırakılmasıyla patladı. Meksika Devrimi böylece başlamış oldu. İlk başta yalnızca iktidar değişikliği amacı taşıyan bu isyan, kısa sürede köylülerin, yerli halkların, kadınların ve emekçilerin de katıldığı çok katmanlı bir devrime dönüştü.
Meksika Devrimi’nin gerçek kahramanları arasında, “soldadera” olarak bilinen kadın savaşçılar, tarih sahnesinde güçlü bir iz bıraktı. Bu kadınlar yalnızca cephe gerisinde değil, doğrudan çatışma alanlarında da yer alarak direnişin omurgası haline geldiler.
Soldaderalar arasında öne çıkan Clara de la Rocha, yalnızca bir savaşçı değil aynı zamanda devrimci bir liderdi. Farklı cephelerde görev aldı, birlikler yönetti, kararlılığı ve zekâsıyla devrimde önemli bir rol oynadı. Bir başka öne çıkan isim ise Petra Herrera’ydı. Yüzlerce kadını örgütleyerek kadınlardan oluşan birliklerle mücadele verdi.
Yıllar sonra sinema perdesinde karşımıza çıkan Prenses Leia karakteri, birçok kişi için bilim kurgu dünyasında direnişçi bir ikon haline geldi. Onu unutulmaz kılan çift topuzlu saç modeli ise sadece bir stil tercihi değil, aynı zamanda tarihsel bir göndermeydi. Star Wars yapımcısı George Lucas, bu görünümü tasarlarken Meksika Devrimi’ne katılan kadın savaşçılardan -özellikle de Clara de la Rocha’dan- ilham aldığını belirtiyor. Benzer bir saç stili, Arizona’da yaşayan Hopi kadınlarının geleneksel “squash blossom” saç modelinde de karşımıza çıkmakta. Her iki kültürde de bu stil, gücün ve kimliğin sessiz ama etkili bir sembolü.
1910’da başlayan Meksika Devrimi’nin ve 1977 yapımı Star Wars: A New Hope filminin üstünden bir hayli zaman geçmiş olsa da devrimci kadınların ruhu kurguda ve gerçekte hala yaşamaya devam ediyor.
Unutamadıklarımız: Çarpıcı Protesto Fotoğrafları
Yazar: Simay Salman
Fotoğraflar, bastırılmak istenen sesleri, gözden kaçırılan bedenleri, yüzyıllar süren mücadelelerin kristalize olmuş hâlini içinde taşır. BÜFOK Bülten’in bu sayısının “Unutamadıklarımız” bölümünde, geçmişten bugüne uzanan eylem ve direniş anlarına odaklanıyoruz— kimi zaman bir yürüyüşte, kimi zaman bir gaz bulutunun içinde, kimi zaman çıplak bir gövdenin ya da kırmızı bir elbisenin altını çizdiği o unutulmaz anlarda. Farklı coğrafyalardan ve dönemlerden seçtiğimiz bu kareler, yalnızca olanı belgelemiyor, değişmesi gerekene de işaret ediyor. Bu yüzden “unutamadıklarımız”, sadece hafızada kalmış görüntüler değil, hâlâ üzerimize sorumluluk bırakan görsel tanıklıklar.
Amerika’da 1848’de oy hakkını ilk kez talep eden kadınlar, 1900’lerden itibaren bu hakkı garanti eden bir anayasa değişikliğini hayata geçirmek için daha sistematik şekilde örgütlenmeye başladılar. Aynı zamanda, erkekleri kadınların oy hakkını desteklemeleri konusunda eğitmeye ve ikna etmeye çalıştılar. Bu kadın hakları savunucularından biri olan Alice Paul, eyalet ve ulusal düzeydeki yasama organlarının ilgisizliğinden duyduğu hayal kırıklığıyla, örgütün kapsamını genişletmek ve daha doğrudan protesto taktikleri benimseyerek medyanın dikkatini çekmek istedi. Bu sebeple, Ulusal Kadın Partisi’ni kurdu. “Sessiz Nöbetçiler” olarak bilinen Paul ve destekçileri, 1917’den başlayarak neredeyse iki yıl boyunca Beyaz Saray önünde nöbet tuttular. Protestoların ilerleyen aşamalarında, Paul dahil birçok kadın tutuklandı ve hapishaneye atıldı. Bu kadınlar kendilerini politik mahkûm olarak ilan ederek açlık grevine başladılar. Cezaevi görevlileri, Paul’u hayatta tutmak için ona zorla yemek yedirdiler. Bu yolda verilen ortak çabaları, 1919 yazında, Kongre’nin “Cinsiyete Dayalı Oy Kullanma Ayrımcılığını Yasaklayan 19. Değişiklik”i özel bir oturumla kabul etmesini sağladı.
Bu fotoğraf, yalnızca bir eylemin değil; kararlılığın, suskunluğun nasıl bir direniş biçimine dönüşebileceğinin görsel belleğidir. “Sessiz Nöbetçiler”in dimdik duruşu, megafonlarla değil, suskun ama sarsıcı bir hak talebiyle tarihe geçti. Beyaz Saray’ın önünde siyah elbiseleriyle duran bu kadınlar, yalnızca renklerin ve cinsiyetlerin değil, sabırla işlenen mücadelenin çarpıcı bir karşılaşmasıydı. Bu kadınlar sustular, çünkü seslerini duymayan bir sisteme karşı daha gür bir sessizlik gerekiyordu. Tutuklamalarla bastırılmaya çalışılan bu sessizlik, sonunda bir anayasa değişikliğini zorlayacak kadar güçlü çıktı. Bu yüzden unutulmuyorlar, çünkü bedel ödeyerek değişimin önünü açtılar ve suskunluklarını dahi bir silaha dönüştürmeyi bildiler.
1968 yılının Mayıs ayında Fransa, modern Avrupa tarihinin en büyük öğrenci ve işçi ayaklanmalarından birine sahne oldu. Her şey Paris’teki üniversitelerde, özellikle Nanterre ve Sorbonne'da başlayan öğrenci protestolarıyla başladı. Öğrenciler, üniversitede yaşam koşullarını, baskıcı yönetimi ve ülke genelindeki otoriter sistemi sorguluyorlardı. Ancak kısa sürede talepler yalnızca eğitimle sınırlı kalmadı; kapitalizme, tüketim toplumuna, cinsiyetçi düzene ve devlet otoritesine yöneldi. Polisle yaşanan çatışmalar büyüdükçe sokaklardaki öfke arttı, öğrencilerle dayanışma gösteren işçiler, milyonlar halinde greve çıktı. Fabrikalar işgal edildi, ülkenin büyük bölümünde hayat adeta durdu. General de Gaulle’ün hükümeti sarsıldı, parlamenter sistemin ve toplumsal düzenin sorgulandığı bu günler, yalnızca Fransa için değil, tüm dünya için gençliğin politik uyanışının simgesine dönüştü.
1968 Fransa’sının hareketli günlerine dair çarpıcı bir bakış sunan bu fotoğraf, gücün, umudun, baskının ve direnişin tam sınır çizgisinde çekilmiş. Kadrajın ön planında bir polis silüeti var. Sırtı dönük, şiddetin dilini konuşmaya alışkın biri gibi sanki elinde yeni fırlattığı nesnenin boşluğu kalmış. İleri doğru bakıldığında ise caddenin karşı tarafında giderek büyüyen ve ufka doğru uzanan genç kalabalık, değişim talebinin kitlesel boyutunu gözler önüne seriyor. Şiddet olasılığının gölgesinde, geniş bir caddenin karşılıklı iki tarafına yerleşen bu iki güç arasında belirgin bir gerilim var. Ancak bu kareyi unutulmaz kılan şey, yalnızca bu karşılaşma değil. Uzağında ışık yükselen bir cadde boyunca, geleceğe doğru ilerleyen bir topluluğun hafızada bıraktığı iz. 1968 gençliği, yalnızca sokaklara değil, sonraki kuşakların cesaretine ve hayal gücüne de yön verdi.
2013 yılının Mayıs ayında İstanbul’da Taksim Gezi Parkı’nda ağaçların kesilerek yerine bir alışveriş merkezi yapılmasına yönelik planlara karşı çevreci bir direnişin tohumları atıldı. Kısa sürede bu direniş otoriterleşen iktidar anlayışına, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına ve yaşam tarzına yönelik müdahalelere karşı ülke genelinde büyüyen kitlesel protestolara dönüştü. Polis şiddetiyle bastırılmaya çalışılan bu eylemler, özellikle gençlerin ve muhalif kesimlerin Türkiye’deki demokratik gerilemeye karşı kolektif tepkisinin simgesi haline geldi. Tencere-tava sesleri, duvar yazıları, forumlar ve dayanışma ağlarıyla şekillenen bu hareket, Türkiye'de uzun zamandır görülmeyen bir sivil katılım yoğunluğuna sahne oldu.
“Kırmızı Elbiseli Kadın” fotoğrafı, Gezi Direnişi’nin görsel hafızasında en çok yer eden anlardan biri hâline geldi. Kadrajda, koyu üniformaları ve kasklarıyla birbirlerinden farkları anlaşılmayan polislerin karşısında, parlak kırmızı elbisesiyle tek bir kadın duruyor. Bu renk karşıtlığı, yalnızca bir görsel çarpıcılık değil, bireyle iktidar arasındaki eşit olmayan mücadeleyi, çeşitliliği, dayatmayı, sivil olan ve silahlı olanın arasındaki çizgiyi de hatırlatıyor. Kadın saldırgan değil, bağırmıyor, geri çekilmiyor da. Ama orada. Varlığıyla, o anın içinde yer almasıyla, polisin sert müdahalesinin keyfiliğini açık ediyor. O kırmızı, Gezi Parkı’nda yükselen sesin rengine dönüştü. Fotoğraf, neyin nasıl yapıldığını değil, kime ne yapıldığını gözler önüne serdi. Bu yüzden Gezi, bu sene 12. Yılına girerken bile unutulmuyor, çünkü o karede yalnızca bir kadın değil, yaşam haklarını savunan binlerce insan temsil edildi.
2007 yılından bu yana İsrail ve Mısır tarafından uygulanan Gazze ablukası, milyonlarca insanın temel ihtiyaçlara erişimini sınırlayan, bölgeyi sistematik bir temel ihtiyaç kriziyle baş başa bırakan bir uygulamaya dönüştü. Gazze’deki halkın özgürlük ve yaşam hakkı taleplerine karşılık olarak uygulanan bu kuşatma, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda fiziksel ve psikolojik sınırlar inşa etti. 2018 yılında başlayan “Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü” ise bu sınırlara karşı kitlesel bir cevap niteliğinde. Her hafta düzenlenen barışçıl gösterilerde Filistinliler, ana topraklarına dönüş hakkını ve ablukanın kaldırılmasını talep ediyordu. Protestolar, çoğu zaman İsrail güvenlik güçlerinin sert müdahalesiyle karşılaştı. Çok sayıda sivil hayatını kaybetti bir o kadarı ise yaralandı.
Mustafa Hassona’nın 22 Ekim 2018’de çektiği ve tüm dünyaya yayılan “Aed Abu Amro” fotoğrafı, yakalanan anın ötesine geçip bir halkın var olma mücadelesinin simgesine dönüştü. Abu Amro, bir elinde sapan, diğerinde Filistin bayrağıyla, üstü çıplak şekilde dumanların önünde dimdik dururken görüntüleniyor. Bu fotoğraf, yalnızca bir eylemcinin kararlılığını değil, kuşatma altındaki bir halkın, kısıtlanmış tüm alanlara rağmen bedenini, kimliğini ve direncini savunma biçimini gösteriyor. Tek başına duruyor gibi görünse de fotoğrafın arkasında nesillerin bastırılmış sesi, kayıpların yasları ve umutların yükü var. Bu yüzden unutulmuyor, çünkü ablukaya sıkışmış bir coğrafyada, hâlâ atılacak bir taşın, tutulacak bir bayrağın ve çekilecek bir fotoğrafın anlamı var.
Bu kareler, yalnızca objektifin gördüğü şeyler değil. Sistemlerin, bedenlerin, taleplerin çarpıştığı yerler. Her birinde kendimizden bir şeyler bulduğumuz birileri var; yürüyen, duran, çarpışan, direnen… Ama aynı zamanda her bir karede, o bireylerin taşıdığı kolektif hafızalar, kuşaklar boyunca bastırılan sözler ve ertelenen haklar var. Bu bültende yer verdiğimiz fotoğraflar, zamanın dışına taşan bir direniş dili kuruyor — çünkü mücadele hâlâ bitmedi, çünkü bakmaya devam ettiğimiz sürece o karelerin içinde direnmeye devam edecekler. Unutmamak, yalnızca hatırlamak değil, hatırladığını bugüne taşımak demek. Bugün bu fotoğraflara bakarak yüzyıllardır süren haklı mücadelemizde yalnız olmadığımızı hatırlamalı ve yorulduğumuzda gücümüzü bu fotoğraflardan almalıyız.
KAYNAKÇA:
https://www.aamc.org/news/why-we-know-so-little-about-women-s-health
https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC8812498
Watts, M. & Maravia, D. (2021). Who is in the Picture? Representation, Diversity and Clinical Photography. Women’s Health Reports.
/mnt/data/2-Ethics-4_Watts-and-Maravia-Who-is-in-the-picture.pdf
https://www.theguardian.com/world/2025/apr/18/gaza-photojournalist-killed-by-israeli-airstrike-fatima-hassouna
https://pressbooks.pub/ahistoryoftheunitedstates/chapter/politics-in-the-gilded-age-populists-and-progressives-1870-1919/
https://communist.red/the-french-revolution-of-may-1968/
https://www.theguardian.com/world/2022/jul/02/it-felt-like-history-itself-48-protest-photographs-that-changed-the-world